Balkanlarda Yaralı Bir Müslüman:
BOSNA
İGEDER
(İstanbul Gönüllü Eğitimciler Derneği) bu seneki yurtdışı gezisini 8-17
Temmuz 2012 tarihleri arasında gerçekleştirdi. 1912’de başlayan Balkan
savaşlarına hitaben “100. Yılında Tuna’ya Dönüş” ismi ile Balkanlardaki
birçok ülke ve şehri içine alan bu gezi, birçok katılımcı gibi benim
için de akıldan çıkmayacak bir tecrübe oldu.
Sınır ve Drina Nehri
Balkanlara
doğru zorlu bir yolculuk bekliyordu bizi. Her koşulu kabullenerek henüz
güneydoğunun yorgunluğunu üzerimden atamadan ben de katıldım bu
yolculuğa. Bulgaristan ve Sırbistan’dan sonra sıra büyük bir merak ve
heyecanla beklediğim Bosna’daydı. Tarih ise 11 Temmuz 2012. Yani
Srebrenista katliamının 17. yıldönümü..
Bosna,
uğruna binlerce şehit verilen, sırf Müslüman diye acılar çektirilen
ülke… Bosna, uğruna şiirler, şarkılar, ağıtlar yazılan diyar..
Sırbistan-Bosna
Hersek sınırları bir köprüyle ayrılmış ve Drina Nehri akıyor aradan
usulca. Hikayesini birkaç yıl evvel İvo Andriç’in kitabından okuduğum
Drina Köprüsü geliyor aklıma. Bir sonraki sefere görürüm inşa’Allah onu
da diyorum içimden.
Sınıra
yakın bir yerde nehrin ve dağların enfes görüntüsü içinde Boşnaklara
has olduğunu düşündüğümüz değişik peynir karışımları ve kepçeyle
kazandan doldurduğumuz çaylarımız eşliğinde kahvaltımızı yapıyoruz. Bize
hizmet eden Boşnak Hanımın yüzünden gülümseme hiç eksik olmuyor. Sonra
oradaki görevli beyefendinin nehirden kovayla su aldığını görüyoruz ve
Boşnak Hanımdan Sırpların suları kestiğini öğreniyoruz. Gerekçe ise
Srebrenitsa katliamının anma etkinliklerinin düzenlenmesi..
Kahvaltıdan
sonra misafirperverlikleri için teşekkür edip ayrılıyoruz oradan ve
Srebrenista’ya doğru yolumuza devam ediyoruz. Yolda kısa mesafelerle
polis ve güvenlik güçlerinin yerleştirildiklerini görüyoruz. Öğreniyoruz
ki, 11 Temmuzlarda bazı Sırplar evlerinin bahçelerine tehdit amaçlı
büyük ateşler yakıyorlarmış ve taşkınlıklar yapıyorlarmış. Meydana
gelebilecek böyle durumları engellemek için 11 Temmuzlarda güvenlik
önlemleri alınıyormuş.
Srebrenitsa
Otobüslerimizin
Srebrenitsa’ya giriş yapmasından itibaren insanların yaya, araba ve
otobüslerle akın akın etkinlik meydanına gittiğini gözlemliyoruz.
Etkinlik alanı göz alabildiğine mezarlarla dolu. Bu sene 520 Srebrenitsa
şehidinin DNA’larından kimlikleri bulunmuş. Onların defin işlemlerine
şahit olduk. Boşnak kadınların gözyaşları ise hiç durmuyordu. Mezarların
üzerine kapanıp uzun uzun ağlıyorlardı.


Savaş
Tüneline gittik daha sonra. Savaş zamanı havalimanından yardım
alabilmek için 4 ayda 600 metrelik tünel kazmış askerler. Tünel hem
basık hem dar. İki insan yan yana yürüyemez. Raylar döşenmiş tünele.
Küçük vagonlarla taşınmış yardımlar. Tünel bir evin altından başlıyor.
Bir nene evini vermiş Boşnak askerlere. Onlara da su taşımış. Ev şu an
müze ve duvarlarında savaşın izlerini taşıyor. Evin içinde de o zamandan
kalan savaş malzemeleri ve fotoğraflar var.
Tünelin
çıkışına bir sinevizyon kurulmuş o zamanın görüntüleriyle tünelin
yapılışı anlatılıyor. Görüntüler insanın kanını donduruyor. Askerlerin
nasıl zorluklarla erzak taşıdığı gösteriliyor belgeselde. Bize rehberlik
yapan kişi de savaşa bizzat katılmış bir mücahitti.
Saraybosna
İkindiye
doğru ayrılıyoruz Srebrenitsa’dan. Konaklama yerimiz Uluslararası
Saraybosna Üniversitesi’nin yurdu. Yurt çok temiz ve rahat. Ev sahipleri
de çok ilgili ve güleryüzlü ayrıca.
Saraybosna
gezimize başlamadan önce Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’ni
ziyaret ediyoruz. Aile korunması ile ilgili bir konferansa denk
geliyoruz ve iştirak ediyoruz. Konferansa Başbakan Recep Tayip
Erdoğan’ın yardımcısı Bekir Bozdağ’da katılmış ve biz salona giriş
yaptığımızda konuşma yapıyordu. O an Bekir Bozdağ’ı Srebrenitsa Anma
Etkinlikleri’nde de gördüğümü hatırlıyorum. Her sene hükümetten bir isim
anma etkinliklerine katılıyormuş. Konferansta ayrıca Prof. Dr.
Hayreddin Karaman’da vardı. Konferanstan sonra üniversite rektörü bize
üniversiteyi tanıtıyor ve lisans-lisansüstü-doktora programları hakkında
bilgi veriyor.


Gazi
Hüsrev Paşa Camii’nde namaz kıldık ama camiinin önündeki açık kısımda.
Çünkü camii sadece namaz vakitlerinde açılıyor. Birisi bunun
gerekçesinin kundaklamaya karşı önlem almak olduğunu söylüyor. Namazdan
sonra ilk işimiz Boşnak mutfağının lezzetlerini tatmak. Çarşıdaki en iyi
mekana geçip Boşnak mantılarımızı sipariş ediyoruz. Mantı bir harika
tabii ki…
Alışveriş
için herkes bir yerlere dağılıyor. Ben ise hem alışveriş hem de
Boşnaklarla tanışmak için fırsat kolluyorum. Meydandaki dükkan sahipleri
benim bu beklentimi karşılamıyor ve çarşıda ara sokaklara geçiyorum.
Bir dükkana giriyoruz yanımdaki arkadaşım ile. Dükkanda kınalar,
bitkisel çaylar ve Araplara has kıyafet ve takılar gözümüze çarpıyor.
Hemen arkamızdan genç bir hanım dükkana giriyor. Kendisi dükkanın sahibi
ve adı Asma. Kendisi Mısırlı ve Mısır’dan getirdiği kıyafet ve eşyaları
burada satıyormuş. Mısır da merak ettiğim ülkelerin başında geldiği
için kendisiyle tatlı bir sohbete koyuluyoruz. Bize kendisinden
bahsediyor ve daha sonra Mısır’da uygun fiyata nerede tatil yapılır onu
anlatıyor

Mithat
Bey’e “Allahaısmarladık” deyip başka bir bakırcı dükkanına geçiyoruz.
Burada da adını şu an hatırlayamadığım, dükkanına büyük bir Türk bayrağı
asmış hoş ve güler yüzlü bir hanım karşılıyor. Kendisi Boşnak ve
İstanbul’da çok arkadaşı varmış. Türkleri ve Türkiye’yi çok seviyor.
Bize Boşnak kahvesi tarifi veriyor ve ikram etmek istiyor. Nazikçe
reddedip çıkıyoruz bu dükkandan da.

Saat 22.00 olmuştu ve maalesef Saraybosna’dan ayrılma vakti…
Mostar

Köprünün hemen bitişindeki çarşıya geçiyoruz. Burada dikkatimi en çok el işi kalaylı bakır bilezikler çekiyor. Ustası nasıl yaptığını da gösteriyor bize. Türk olduğumuzu öğrenince “kalayli bakir” diyor anlatmak için . Günlerden Cuma olduğu için Cuma vakti yaklaştığında Mostardaki Koski Mehmet Paşa Camii’ne doğru ilerliyoruz. Cuma namazı kılıyoruz. Bu benim hayatımda kıldığım ikinci Cuma Namazı oluyor. Nasibimde Koski Mehmet Paşa Camii varmış.
Cuma’dan sonra ayrılıyoruz Mostar’dan. Daha doğrusu Bosna’dan. Güzergahımıza aynı hızda devam ediyoruz.
Bosna’nın Düşündürdükleri
Gezinin ilerleyen günlerinde birkaç arkadaş Üsküp meydanında oturmuş muhabbet ediyorduk. İçimizden biri bilindik bir hikayeyi anlattı. Bir Japon ve bir Türk muhabbet ederken Japon Türk’e milli değerlerini çocuklara nasıl aşıladığını sorar. Türk’te her sabah okutulan anttan bahseder. Japon buna karşılık olarak “Biz çocuklarımızı Hiroşima’ya götürürüz, savaşı yaşadığımız yerlere götürürüz ve onlara deriz ki ya çalışmazsınız sonunuz böyle olur ya çalışır bunların olmasına mani olursunuz. Evet. Çok ders çıkarılması gereken bir konuşmadır bu. Biz çocuklarımıza değerlerimizi sadece andımız ve marşlarla vermeye çalıştıkça Saraybosna’da, Srebrenitsa’da, Makedonya’da, Gazze’de, Suriye’de, Patani’de, Mora’da, Arakan’da kısacası bütün Müslüman coğrafyalarda kendi kardeşine yapılan zulmü anlamayacak bu çocuklar.
Çocuklarımızı en fazla Çanakkale’ye götürüyoruz. Evet, her Müslüman görmeli Çanakkale’yi ama şu da bir gerçek ki Çanakkale’yi geçmeliyiz artık. Çocuklarımızı Srebrenitsa’ya götürmeliyiz mesela en az bir kere. Oradaki savaş tünelinden geçmeliler. Savaş zamanı evini Boşnak askerlere verip onlara su taşıyan neneyi ziyaret edip elini öpmeliler. Makedonya’da Tetovadaki Harabati Baba Tekkesi’nin hikayesini oradaki Mücahid Cumali Bey’den dinlemeliler. Tuna’yı izlemeliler usulca uzun uzun. Balkanlar bizim yurdumuz, bunu idrak etmeli bütün nesillerimiz. Tekrar tekrar söylüyorum; Çanakkale geçilemez lakin biz Çanakkale’yi geçmeliyiz.
Yorumlar
Yorum Gönder