Cervantes'in
"hikâye hakkında, kötü söylersen karalanmaktan, iyi söylersen
ödüllendirilmekten korkmadan, istediğini söyleyebilirsin" demesinden
cesaretle 400 küsur senedir denilenler yetmezmiş gibi ben de sana birkaç şey
söylemek istiyorum.
Yaşadığım zamanda
senin adını aslında çok fazla anıyoruz. Hatta adını anan birçok kişi kim
olduğunu bilmiyor bile. Hikâyeni okumadı birçoğu. Ne derdini biliyorlar, ne
yediğin sopaları... Ama ne zaman küçücük boyumuzla bir haraminin önüne dikilsek
ve doğru olduğuna inandığımız değerlerimizi haykırsak, pat diye yüzümüze
çarpılıyor o cümle "Don Quijoteluk yapma!". Otur evinde, artistlik yapma, olur olmaz
kahramanlıklar sergileme diyorlar kestirmeden.
Senin ismin şu
zamanda bile çoğu insan için küçümseme ve itibarsızlaştırma aracı olarak
kullanılıyor. İnsanlar kelimelerin yüzeylerinde geziniyorlar sadece. Don
Quijote diyorlar, feminist diyorlar, İslamcı diyorlar. Ama hiçbiri neyi
kastettiğini kendi bile bilmiyor. Sadece kitabın kapağına bakıyorlar ama Don
Quijote'nin ne vaad ettiğini bilmiyorlar. Onların yıkılmaz 'gerçek' duvarı var
ki bize çoğu zaman neden gerçeğin o olduğunu veya olması gerektiğini anlatmaya
tenezzül bile etmiyorlar. Belki onların gerçekleri bir saplantı? Veya
otoritenin gerçeği milyonların saplantısı? O duvarı sarsmadığımız sürece
sanırım bunları sorgulamanın bir faydası yok. Ancak denersek anlayabiliriz.
Gülünç mızrağımızı ve leğenden miğferimizi alıp karşılarına dikilip "İşte
bu da bizim gerçeğimiz, hatta sizinkinden daha eğlenceli" demeliyiz belki
de. Bizi iyileştirmek isteyenlere neden neşemizi elimizden almaya
çalıştıklarını sormalıyız. Onların hastalık dediği tavrımız, onların
gerçekliğine karşı bizim savunmamızın ta kendisi oysa. Biz bu halimizle de 'iyi insanız'.
Bazı zamanlarda biz
de senin gibi yaptığımız ve yapmak istediğimiz eylemlerin kendi seçimimiz mi
yoksa saplantımız mı olduğunu bilemiyoruz. Mesela ben, sık sık soruyorum
kendime "Hayal ettiğim onca şey benim arzularım mı?". Birçok kararlar
alıyoruz. Karar almak ciddi bir süreç istiyor aslında. Önümüzde onlarca seçenek
var. Birini seçmek çoğu zaman diğerlerini yok etmek anlamına geliyor. Kendi
faydamız için bir şeylerden feragat ediyoruz veya ettiriliyoruz. Hatta daha
acısı bazen seçenekleri biz düşünmüyoruz, önümüze geliyorlar. Kırmızı hap mı
mavi hap mı diyor kapıdaki siyah gözlüklü abi. Yok ben yeşil alayım
diyemiyorsun çünkü senaryoya ters. Ama
sen dedin. 17. yüzyılda bir şövalye olmak istediğini söyledin. Ama geldiğin
noktada düklerin, düşeşlerin saray eğlencesi için mizansen oluşturduğu bir
eğlence aracına dönüştün. 21. yüzyılda elinde keşkülü ile sokakları arşınlayan
bir fukara derviş geliyor gözlerimin önüne. Mahallenin delisi der geçerdik
sanırım. Peşinden çocuklar koşardı. Oğuz Atay'ın da dediği gibi delileri ilk
çocuklar fark eder bizim buralarda.
Şunu da söylemeden
geçemeyeceğim. Birinci kitaptaki içler acısı halini kitaba olduğu gibi yansıtan
yazarına, ikinci kitapta ver yansın etmiştin ve diğer insanların bütün utanç
verici hallerini bilip bilmediğinden endişe duymuştun. Çünkü artık sen de kendi
seçimini sorgulamaya başlamıştın. Artık hanlar sana da han görünüyordu. En
sonunda 'akıllanmayı' seçtin. La Mancha'lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote sadece
'iyi insan' olmaya karar verdi ama hikâye burada bitmedi. Hemen hemen her
yazarın kitabının içine bir Don Quijote sızdı. Ve biz bu sayede hep idealist
yanımızı koruyabildik belki de. Teşekkürler Mahsun Yüzlü Şövalye.
Ebrû
21. Yüzyıl
İstanbul
Yorumlar
Yorum Gönder